Çok zeki insanlar vardır ki düşünmesini pek beceremezler. Zira sağlıklı
düşünmek, "vukuf" ve "idrak" melekeleriyle, tefekkür
kabiliyetinin geliştirilmesine bağlıdır.
Zekanın yeterli olduğu görüşü, eğitim sistemimizdeki handikaplardan biridir.
Zeki olanlara yardım etmeye gerek duymayan, onlara nasıl düşünülmesi
gerektiğini öğretmeyen, herşeyin kendi kendine olup biteceğine inanan insanlar,
"parlak" olmayan öğrencilere de hiçbir şey öğretilemeyeceği peşin
hükmüyle onları da "düşünme kabiliyeti"nden mahrum etmişlerdir.
Halbuki düşünmesini bilen fakat "parlak" gözükmeyen bir öğrenci, dehâ
derecesinde zekaya sahip olan fakat düşünme kabiliyeti gelişmemiş bir
öğrenciden, "hayatta" çok daha başarılı olabilir. Zira hayat,
bilenlerden çok anlayan ve anladığını fiiliyata döken insanlara gülümser.
Demek ki başarı için "bilme" nin yanında "iş yapma"
kabiliyeti de şarttır. Peki bu "aksiyon istidatları" veya
"faaliyet melekeleri" nelerdir? Bunları şu şekilde tasnif etmek
mümkündür:
- Muhtemel bir davranış veya teşebbüsün neticelerini tahmin etmek.
- Ele alınan meseleye ait alternatif uygulamaları etraflıca düşünmek.
- Uygulamada önceliği olan unsurları farketmek.
- Diğer insanların tecrübe ve tavsiyelerine dikkat etmek.
- Mevcut şartları en iyi şekilde değerlendirmek.
- İnisiyatif sahibi olmak.
İşte bu tür husûslarda "düşünme" kabiliyetleri gelişmemiş
insanların iş yapma istidatları da güdük kalmakta, tahsil hayatları alkışlarla
dolu olsa da hayatta bocalamaktadırlar. O halde meseleleri bilmek ve tahlil
etmek gereklidir, fakat yeterli değildir. Neticeye ve aksiyona götürücü bir
dizaynı da düşünmek şarttır.
Düşünmenin yapılıyor olması, onun sağlıklı bir şekilde öğretilmiş olduğunu
göstermez. Bilhassa zeki talebelerin fıtrî enaniyetlerini kırmak için nasıl
düşünülmesi gerektiğine ait kurslar çok faydalı olabilir. Çünkü bu sayede
talebeler, eksikliklerinin farkına varıp asıl meziyetin zeki olmak değil,
düşünmesini bilmek olduğunu anlayacaktır. Gerçekten de, mevcut eğitim
sistemlerinin çoğunda, tahlil ve problem çözme kabiliyetlerini geliştirmek
biricik hedeftir. Bu anlayış, özellikle batı kaynaklı sosyal bilimler ve
ekonomik teşebbüslere hakimdir. Meselâ batılılar bir mamülün kalitesini
artırmak için önce ondaki hataları, problemleri araştırır, sonra bunlara çözüm
bulmaya çalışırlar. Tabiî ki bir problem görülemezse, gelişme de olmaz.
Herşeyde problem aramak, "bundaki hata nerede? Haydi bulup çözelim"
demek; nazarımızı, dikkatimizi ve idrakimizi sınırlar. Japonlar bu noktada
batılılardan ayrılır. Bir şeyin hangi durumda olursa olsun daha iyi bir duruma
getirilebileceğine inanırlar, sürekli yenilikler peşinde koşarlar.
Demek ki inkişaf, sadece problemleri çözmekle gerçekleşmez. Ortada hatalı
birşey olmadığı halde inisiyatifli düşünme, müteşebbis olma, inkişaf düşüncesi
taşıma sayesinde keşif ve icadlara ulaşılır. Zaten dâhiliğin kıstasları da
bunlardır. Fakat genellikle insanlar, meseleleri analiz etme kolaylığına
kaçarak idrak sistemlerini, zihnî modellerini ve dimağlarındaki mevcut
paradigmaları değiştirme, yeni modeller tasarlama zahmetine katlanmamaktadır.
Maharet, mevcudu bilmekte değil, yeniliklere açık bir ruh taşımaktadır.
İnsanlar paradigmalar yardımıyla düşünürler. Paradigmayla kastettiğimiz şey,
zihnimizdeki kavramları çerçeveler halinde düzenleyen zihnî bir modeldir. Bu
modeller veya kavram çerçevelerine "mini-inançlar" da denilebilir.
Zira küçüklüğümüzden bu yana edindiğimiz bilgi ve tecrübelerle birçok
mini-inanca sahip oluruz. Meselâ sobaya dokunduğumuzda "ateşin
yaktığını" anlar ve daha sonra bu inancı test etmeye cesaret edemeyiz.
İnançlar dünyayı idrak şeklimizi belirler ve bizleri kendilerini
sorgulamaktan alıkoyar. Bazen o kadar güçlü inançlar oluşur ki sahibi bu uğurda
hayatını bile feda etmekten kaçınmaz.
İnançlar ancak paradigmaların değişmesiyle değişebilir. Paradigmalar da bir
iç tecrübe (keşif) ile yeni bir kimliğe bürünür. Yani öyle bir an gelir ki her
gün gördüğümüz şeyleri farklı görmeye başlarız. Yeni fikirler, paradigmalara
uymazsa reddedilirler. Eğer yeni fikirler reddedilemeyecek şekilde baskın
çıkarsa paradigmalar da tekrar şekillenmeye başlar. Kur'anî hakikatlerin,
insanların hidayetlerine vesile olması, bir bakıma bu şekilde gerçekleşir.
İnkar edilemeyen ve şüphe götürmeyen yakinî deliller, daha doğrusu bürhanlar,
çürümüş kavram çerçevelerini darmadağın ederek yepyeni zihnî modeller inşa
ederler. Tabiî bütün bunların tahakkuk etmesi, Cenab-ı Hakk'ın
"iman"ı ihsan etmesine, bu da insanın iradesini doğru yolda
kullanmasına bağlıdır.
Peki paradigmalar nasıl değişir? Öncelikle insanların "yeni
fikirlere" hazır olması gereklidir. Zira bizler sadece görmeye hazır
olduğumuz şeyleri görebiliriz. Şu anda çoğumuz farklı fikirler ve mefhumlar
taşımaktayız. İçimizden birisi çıkıp yeni bir fikir öne sürecek olsa,
birçoğumuz bunu ya "saçmalık" deyip kabul etmeyecek veya
zihinlerindeki mevcut fikirlere bakıp "falan fikrin aynısı işte"
damgasını vuracak, yani bilmediği bir şeyi, bildiğinin aynı zannetme hatasına
düşecektir. Bu peşin hükümden kaçan, mülâhaza dairesini açık tutarak esnek
düşünmesini becerebilenlerin sayısı gerçekten çok az.
Yeni bir fikirle eski fikirler arasındaki benzerlik çok az da olsa
"aynısı işte" damgasını vurmamız fıtrî bir meyil adeta. Zaten bu
yüzden yeniliklere gereken dikkat ve tecessüs gösterilmiyor. Halbuki ifrat ve
tefritten kaçarak, soğukkanlılıkla yeni fikirleri değerlendirmek, zihindeki taş
gibi paradigmaları biraz ufalamak daha mantıklı değil mi?
Şu anda idrak edemediğimiz şeyleri idrak edebilmemiz için yeni kelimelere
ihtiyacımız var. Mevcut kavramlarla anlatılamayan hakikatleri yeni bir üslupla
aktarmak için de yeni tabirler gerekli. İnkişaf için, paradigmaların değişmesi
için ve bir "iç keşif" demek olan tesirli düşünme için kavramların
elden geçirilmesi lazım.
Tartışma (münazara) yoluyla paradigmalar, inançlar değişmez. Zira tarafların
mihenk taşları, kalkış noktaları ve kavram çerçeveleri farklıdır. Normal bir
camdan dışarı bakan bir insan, pembe bir camdan dünyayı seyreden diğer bir
insanı, herşeyin toz-pembe olmadığı konusunda ikna edemez. Münakaşa suretiyle mütabakata
ulaşmak mümkün değildir. Bir de enaniyetler kabarırsa, yapılan şey ancak
"ilzam" olur "irşad" değil. Bu yüzden imanî meselelerin
münazara şeklinde bahsi caiz değildir.
Eski bilgilere yeni bir nazarla bakmak, yeni şeyler keşfetmek demektir. Şu
an elimizdeki malumatı ancak mevcut zihnî modellerimize göre
değerlendirebiliyoruz. Demek, yeni modeller kurdukça, eski malumatı tekrar
değerlendirmek, yeni kavramlar üretmek ve yeni fikirlere açık olmak çok
makuldur. Zira kime, ne zaman, neyin ilham edileceği bilinmez. Şu anda hayal
bile edemediğimiz alternatiflerin mevcut olabileceği akıldan çıkarılmamalıdır.
Mevcut delillere bakarak aceleci bir hüküm vermektense, mülâhaza dairesini
açık tutmakta fayda vardır. Zaten çoğu hadise ilk nazarda insanı aldatabilir.
Meselâ yolda kıvranan bir kazazedeye arabasından inmiş yardım eden bir insanı,
daha sonra olay yerine gelen birisi suçlu olarak görebilir. Halbuki asıl
suçlunun oradan çoktan uzaklaşmış olması da muhtemeldir. Demek ki görünüşe
aldanmamalı, zahire göre hüküm verilmemelidir. Şartlar, maksat, makam, niyet
bilinmeden karar verilemez. Hatta bazı durumlarda gözümüzle gördüğümüz halde
perdeyi yırtmamamız tavsiye edilmiştir. Cemiyetin selameti için su-i zandan
kaçmak, itimat etmesek bile hüsn-i zan göstermek gereklidir. Evet, soğukkanlı
düşünmek tam bir "irade" meselesidir.
Klasik mantık anlayışının tesirinde olan insanların zihinlerindeki
paradigmalar taş gibidir. Zaman, zemin ve şartlar ne olursa olsun değişmez.
Halbuki esnek düşünmesini bilen insanların zihnî modelleri su gibi akıcıdır.
Girdiği kabın şeklini alır. Şartlara göre, zeminin durumuna göre bir yöne akar.
Klasik mantığın tesiriyle insanlar bazı hükümlerdeki hikmetleri idrak
edemezler. Meselâ Bediüzzaman Hazretleri bir tartışma çıktığında haksız tarafa destek
olunmasını tavsiye etmektedir. Geleneksel zihnî modeller bu tavsiyeyi bir türlü
kabul edemezler. Oysa mevcut şartlar nazara alınarak, o anki topluluğun
selameti açısından haksıza yardım etmek daha faydalıdır. Zira tartışmanın devam
etmesi umuma zarar getirebilir. Münakaşanın sona ermesi için ise haklı tarafa
arka çıkmak tesirli olmaz. Zira haklı olan, hakkaniyet sahibidir. İlzam edilse
de sesini çıkarmaz. Enaniyet sahibi olan ise haksız olandır, susması için
yardıma ihtiyacı vardır.
İşte bu klasik mantık anlayışı yüzünden çoğu mesele hâlâ tartışmalıdır.
Şehzadelerin katledilmesi, kadın ve erkeğin mirastaki ve mahkemedeki durumu
gibi meseleler hep mevcut şartları, psikolojik ve sosyolojik faktörleri ve
herşeyden önemlisi dinî nassları göz ardı etmek yüzünden yanlış anlaşılmakta,
hatta çoğu zaman anlaşılamamaktadır.
Burada şu husûsu aydınlatmakta fayda var. Esnek düşünmek, su gibi akıcı bir
mantığa sahip olmak "ciddiyetsizlik", "şüphecilik" ve
"tarafsızlık" demek değildir. Su yukarı doğru akmaz. Esnek düşünen
insanların da şüphe götürmez inançları vardır. Bu tür yakinî bilgilerde, imanî
mevzûlarda tarafsız olunmaz. Zaten bizim kastettiğimiz esnek düşünme iman
esaslarıyla değil, ferdî ve içtimâî muamele ve teşebbüslerle alâkalıdır.
Esnek ve sağlıklı düşünmesini becerebilmek, önce düşünmeyi düşünmekle
başlar. Bu da taklitten kurtulmanın, şuura ermenin ve tahkike ulaşmanın ilk
adımıdır.
Kaynak:
I am Right, You Are Wrong, Edward de Bono, London: Viking, 1990.
© Yusuf Alan, Son Değişiklik Tarihi: 29.09.1997
Görüşleriniz için: alan@nil.com.tr
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder