2 Haziran 2012 Cumartesi

DİL YETENEĞİ, GENLERLE Mİ İLİŞKİLİ, YOKSA SOSYAL BİR OLAY MI ?



      Tartışma sürüyor: Hacıkadiroğlu'unun dil yeteneğinin genetik köklerini arama çalışmalarını boş bir uğraş olarak nitelemesine, geçen haftaki sayımızda Yaman Örs'in "somut olguları felsefe değil bilim açıklar" yanıtından sonra, Turgut Gürer'in, dille bağlantılı genetik ve diğer çalışmaları ve varılan sonuçları anlatan yazısını sunuyoruz...

   
    Turgut Gürer
    Dergimizin 20 Haziran 1998 sayısında "Tartışma-editöre mektup" köşesinde yer alan Sayın Vehbi Hacıkadiroğlu 'nun "Konuşma yeteneği ve genler" başlıklı mektubunu ilgiyle okudum. Mektup, dergimizin 562. sayısında "Konuşma yeteneğimizi nasıl kazandık?" adı altında yayımlanan bir yazıyla ilgiliydi. Yazı, Nature'ın eski editörü John Maddox' ın popüler bir yazısının kısaltılmış çevirisi niteliğindeydi.

Maddox ne diyordu?
Maddox'ın bu yazıyı yazmaktaki amacı 1998 yılında bilim dünyasında ne tür yeniliklerin olabileceği yönünde kendisine yöneltilen bir soruyu yanıtlamak ve tahminlerde bulunmaktı. Maddox, bu yazısında kısaca insanın -Homo Sapiens'in- dil yeteneğinin beyninin asimetrik olarak gelişmesiyle bağlantılı olduğunu, genellikle dille ilgili beyin işlevlerinin sol yarıkürede yer aldığını ve bu yapılanmadan çeşitli genlerin sorumlu olduğunu ileri sürüyordu. 1998 yılında bu genlerin ortaya çıkartılabileceğini ve yaşayan dünya nüfusları üzerinde bu genlerin çeşitliliğine bakılarak dil yeteneğinin ne zaman çıktığını anlayabilmenin mümkün olabileceğini söylüyordu. Ayrıca dil yeteneğinin tek bir gene bağlanamayacak kadar karmaşık bir kavram olduğunu, ancak artık antropoloji, psikoloji gibi disiplinlerin yanı sıra genetik biliminin de insanoğlunun kültürel geçmişini ortaya çıkarma hayalini gerçekleştirmeye yardımcı olabileceğini söylüyordu.

Hacıkadiroğlu ne diyor?
Sayın Hacıkadiroğlu ise mektubunda "İnsanoğlunun konuşma ve yazı yazabilme yeteneklerini ne zaman kazandığının genetik yoluyla açıklanmaya çalışılmasının eski ve başarısız bir tutkunun yeni bir biçim altında ortaya çıkmasından başka bir anlam taşıdığı söylenemez" diyordu. Mektupta ayrıca Sayın Hacıkadiroğlu "İnsan Felsefesi" adlı kitabında -insan konuşmaya fizyolojik yapısında birtakım özellikler ya da beyinde bir konuşma merkezi olduğu için değil, derdini başka insanlara anlatma çabasından dolayı ortaya çıktığı için başladığını- yazdığını belirtiyordu.

İnsanın dil yeteneğini kazanmasını, sosyal etkileşimle açıklamak doğru bir yaklaşımdır ve hatta sosyal etkileşimin fizyoloji üzerinde doğrudan etkisi olduğu da, son on yıl içerisinde yapılan araştırmaların gösterdiği gibi bir gerçektir.

Ancak bunlar, Homo Sapiens'in kendine özgü yeteneklerini nasıl kazandığını tek başına açıklamakta yetersiz kalmaktadır. İnsana özgü yeteneklerin açıklanmasında fizyoloji ve genetikten yardım alınması anlamsız bir uğraş değil, aksine gerekliliktir. Nitekim dil ve dil yeteneğinin evrimi, günümüzde; antropoloji, paleoantropoloji, dilbilim, arkeoloji, psikobiyoloji, psikoloji, moleküler genetik, nöroloji gibi birçok disiplinin ortak araştırma konusudur.
    Homo Sapiens'i diğer tüm yaratıklardan ayıran kuşkusuz en önemli özelliği dil yeteneğidir. Dilin en önemli unsuru olan konuşma yeteneği sayesinde insanoğlu içsel bir dünya oluşturabilir, plan yapabilir, kendi benliğinin bilincinde olabilir ya da geleceğe yönelik kararlar verebilir. Bugün dünya üzerinde 5.000 -10.000 ayrı dil olduğu tahmin ediliyor. Buna rağmen çocukların dil yeteneğini kazanma süreci tüm lisanlarda birbirleriyle uyum içinde gelişir. Bu da dil geliştirme yeteneğinin tüm insanların beyninde doğuştan sahip olduğu benzer bir biyolojik yapıya bağlı olduğuna işaret eder. (1)

Dilin ortaya çıkışı
Dil, ilk olarak ne zaman ortaya çıktı? Bu konuyla ilgili onlarca kuram vardır. Konuşma yetisinin nasıl ve ne zaman ortaya çıktığını açıklayabilmek için dolaylı yöntemler kullanılmaktadır.
    Birçok memelinin, özellikle primatların, farklı durumlarda kullanmak üzere kendi türlerine özgü geniş bir ses repertuarı vardır. Bu sesler bazen cinsel birleşmeye çağrı amacıyla ya da bir düşmanın varlığını topluluğa haber vermek amacıyla kullanılır. Hayvanların sesle ilgili davranışlarına bakılarak insanın konuşma- dil yetilerinin- biyolojik tarihçesi incelenebilir. (2)
    Örneğin kuşların oldukça karmaşık bir ötme biçimi vardır ve insanın sesler üretmesini sağlayan sinirsel mekanizmalarla, kuşlarınki birbirlerine benzer.

Beyinde öğrenme mekanizması var
Kanarya, serçe, ispinoz gibi türlerin erkek kuşları, doksan gün içerisinde kendi türünün şarkısını tamamen öğrenebilir ve bu süreç insanın konuşmayı öğrenmesine benzer biçimde aşamalar halinde gelişir. Ancak yeni doğan bir kuşa, kendi türüne ve başka bir türe ait kuş seslerinden oluşan yapay bir şarkı dinletildiğinde, kuş yalnızca kendi türüne ait olan şarkıyı yapay şarkının içinden seçerek taklit eder (Marler, 1991; Marler and Peters, 1982)
    Demek ki bazı kuşların kendi türlerinin seslerini seçmesine ve öğrenmesine yarayan doğuştan sahip olduğu bir beyin mekanizması vardır. (3)
    Zebra ispinoz kuşunun beynindeki çekirdekler ve bunların birbirleriyle olan bağlantısından yararlanarak şarkı üretme sistemi oldukça iyi tanımlanmıştır. Kuşun, gelişme döneminde bu sistemin bazı bölgelerinin etkisiz hale getirilmesi kuşun şarkısında bazı hatalar yapmasına yol açmıştır. Oysa yetişkinlik döneminde yapılan böyle bir etki şarkıyı hasar uğratmaz. Ayrıca araştırmacılar erkek kanarya gibi kuşlarda ZENK adı verilen bir genin varlığını ortaya çıkartmışlardır (Mello, Vicario ve Clayton, 1992) (4).
    Bazı sinir hücrelerinde bulunan bu gen, kuşların kendi türlerinin şarkılarını öğrenmeleri aşamasında etkin olan bir gendir. Bu gen sayesinde, gelecekte araştırmacılar, bir kuşun kendi şarkısını öğrenme aşamalarını ortaya koyabileceklerdir. ZENK geni kuşların öğrenme yetisinin bazı genlere bağlı olduğunu göstermektedir.
    Ayrıca yapılan araştırmalar, kuşların, beyinlerindeki ses kontrol mekanizmalarının çoğunlukla beyinlerinin sol yarıkürelerinde bulunduğunu göstermiştir; tıpkı insanlardaki gibi beyinlerinde bir asimetri vardır. Gerçi, insanlardaki karmaşık konuşma yetisinin evriminde, kuş şarkılarının başlangıç noktası olduğuna inanılmıyor. Burada amaç, kuş şarkılarıyla insan sesleri arasında bağlantılar kurarak bir deneysel araç kullanmaktır. Dil yeteneğini nasıl kazandığımızla ilgili kullanacağımız başka bir aracımız da, günümüzde yaşayan insan olmayan primatlardır.
   
Başka sosyal canlılar da var
İnsan çoğunlukla sanıldığı gibi doğadaki tek sosyal canlı değildir. Oysa ilkel düzeyde de olsa -genellikle yalnızca insana atfedilen- bazı dil yeteneklerine çeşitli primat sınıfları da sahiptir.
    Bu konuda birçok farklı deney yapılmıştır. Örneğin 1967 yılında Struhsaker, Vervet maymunları üzerinde bir deney yapmıştır (5). Deneyin sonucunda araştırmacı bu maymunların farklı tehlikeler karşısında farklı sesler çıkartarak grubu uyardığını saptamıştır. Leoparın yaklaştığına dair bir ses çıkarttığında, maymunlar ağaçlara kaçmakta, kartalla ilgili bir uyarı sesinde ise tüm topluluk havaya bakmaktadır.

    1984 yılında ise Seyfarth ve Cheney, bu alarm çağrılarının kaset kayıtlarını incelediklerinde, farklı çağrıların insan sözcüklerine benzer biçimde, farklı davranış tepkileri verdiğini doğrulamışlardır.

    Ancak insan kulağı maymunların ürettiği bu seslerin arasındaki küçük farklılıkları ayırt edebilecek düzeyde değildir. Farklı maymun seslerinin laboratuvar ortamında birbirlerinden ayrılması ilginç sonuçlar ortaya koymuştur. Bazı türler, kendi türlerine özgü sesleri çeşitli kategorilere ayırabilirler. Bunun da ötesinde, her bir türün beyninin, yalnızca kendi türünün vokal davranışına göre düzenlendiği, diğer türlerin ise seslerini analiz edemeyecek durumda olduğu ortaya çıkmıştır.
   
Maymunlar insan dili öğrenebilir mi?

    Acaba bazı primat türleri insan dillerini öğrenebilir mi? Bu konuyla ilgili ilk araştırma yeni doğmuş bir şempanze üzerinde yapıldı.

    Şempanze, içinde yeni doğmuş bir bebeğin bulunduğu bir eve alındı ve onunla birlikte büyütüldü; İkiz oturaklar, ikiz bebek yatakları, önlükler, pudra kutuları. Üç yılın sonunda genç şempanze el çabukluğu tırmanma koşma atlama zıplama gibi motorsal hünerlerde insan bebeğini geride bırakmıştı. Ama bebek yarım yamalak konuşmaya başladığı halde şempanze ancak büyük zorlukla "anne" "baba" "kupa" diyebiliyordu.

    Bu araştırmanın sonucunda oldukça yanlış biçimde, şempanzelerin dil, akıl yürütme ve diğer zihin işlevleri konusunda yeteneksiz oldukları sonucuna varıldı.

    Ancak Nevada Üniversitesi'nden iki psikolog Beatrice ve Robert Gardner şempanzenin gırtlak yapısının insanca konuşmaya uygun olmadığını anladılar. Araştırmacılar, bunun üzerine şempanzelere işitme engellilerin kullandığı Amerikan İşaret Lisanını (ASL) öğretmeye çalıştı(6). Şempanzelerin, 100-200 kelimelik dağarcıkları geliştirmekle kalmayıp, belirli gramer örneklerini ve cümle kuruluşlarını birbirlerinden ayırma yeteneğine sahip oldukları anlaşıldı.

    Örneğin vakvaklayarak bir havuza inen ördeği hayatında ilk defa gören Washoe adlı şempanze, su kuşu işareti yapmıştır; bu söz İngilizce ve diğer lisanlarda kullanılanın aynıdır, ama Washoe onu o anda bulmuştur. Elmadan başka yuvarlak meyve görmemiş olan ve ana renkleri tanıyan Lana ise portakal yiyen birini gördüğünde "portakal rengi elma" işaretini verdi. Tıpkı bir insan bebeğinin tepkisi gibi.

    1977 yılında Georgia Atlanta'daki Yerkes Primat merkezinde şempanzelere "Yerkesçe" denilen bir lisan öğretildi. Bu lisan, üzerinde çeşitli sözcükleri temsil eden tuşların bulunduğu bir konsoldan oluşan bilgisayar kaynaklı bir lisandı. Bu lisanı kullanarak insansı maymunlar anlamlı sözcük zincirleri kullanmayı başardılar.

    Bu çalışmaların sonucunda Savage-Rumbaugh ve arkadaşları (1993) lisanı anlama yeteneğinin (language compherension) birkaç milyon yıl sonra konuşma yeteneğinin ortaya çıkmasına öncülük ettiğini iddia etmişlerdir. İnsan olmayan primatların ses sistemleri konuşmalarına izin vermez ancak, dilin bazı bileşenlerini öğrenme kapasitesine sahiptirler. (Ancak Steve Pinker gibi bazı araştırmacılar maymunların insan dilini öğrenemeyeceğini söylemektedir. Araştırmaların insan ve maymun dilleri arasındaki evrimsel ortaklığa yönelik yapılması gerektiğini söylemektedir.)
   

Peki dile ait bileşenleri nasıl saptayabiliriz?

    Sanırım bu konuda bizi en çok aydınlatacak olan, belki de en ilginç olanı insan beyinde meydana gelen hasarların dil yeteneğimize olan etkilerini inceleyen araştırmalardır. Bu konuda yapılan araştırmalar 19. yüzyılda Paul Broca ile başlamıştır (7).

     Broca, sol yarıkürede meydana gelen bazı lezyonların konuşma ve dil yeteneklerine zarar verdiğini ortaya koydu. Dille ilgili süreçleri zarara uğratan beyin hasarlarının yüzde 90 ile 95' i sol yarıküre kaynaklıdır (8).

    Literatürde afazi adı verilen bu olayın bir çok tipi vardır; afazilerin tipi beynin spesifik bölgelerinde meydana gelen hasarlara göre çeşitlilik gösterir. Beyni hasar görmüş hastalar üzerinde yapılan incelemeler sonucunda, dille ilgili yeteneklerin sağ elini kullanan insanların hemen hepsinde beynin sol yarıküresinden kaynaklandığı ortaya çıkmıştır. Bazı solaklarda ise sağ yarıkürenin hasar görmesi dil yeteneklerinin hasara uğramasına yol açar.

    Örneğin Broca Afazisi saptanan hastalarda otomatik konuşma süreçleri hasar görmeyebilir. Bu hastalar "merhaba" "Aman Tanrım" gibi sözleri söyleyebilirken, karmaşık cümleleri tekrarlayamazlar, ya da yazı yazmayı beceremezler; kendilerine söylenen cümleleri kısmen tekrar edebilirler.

    Sonuçta bu tip hastaların beyinleri üzerinde MRI, PET, CT görüntüleme teknikleriyle yapılan incelemeler, idrak yeteneği, tekrar edebilme, isimlendirme gibi farklı dil yeteneklerinin, beynin farklı bölgelerinde meydana gelen hasarlar sonucu kaybolduğunu göstermiştir.

Dil, böylesine karmaşık yetenektir.
Beyinde karşılığı var
      Beyin hasarlarının dil yetileri üzerindeki etkisi (afaziler), dil bileşenlerinin beyinde anatomik bir karşılığı olduğunu göstermiştir: Wernicke-Geschwind modeli. Norman Geschwind, beyindeki dil analizinin dilin farklı işlevlerini yerine getiren, farklı beyin bölgelerinin ortak çalışması sonucu yapıldığını ileri sürmüştür. Yazının bu kısmına kadar özellikle konuşma, dil yetenekleri, ses üretimiyle ilgili yeteneklerin fizyolojik kökenleriyle ilgili yapılan araştırmalara değindim.

    Bu araştırma sonuçlarından tüm yeteneklerin doğuştan kazanıldığı ve Homo sapiens'in doğal seçilimden bağımsız biçimde bu yeteneklere aniden sahip olduğu anlamı çıkmamalıdır.

Çevre koşulları çok etkili

      Bugün yapılan birçok araştırma, çeşitli yeteneklerin gelişiminin çevre koşullarıyla doğrudan bağlantılı olduğunu ve hatta beynin statik yapıda olmadığını ortaya koymuştur (nöronal plastisite). Küçük yaşta meydana gelen bir beyin hasarında, beynin diğer bölgeleri bu bölgenin görevini bir dereceye kadar üstlenebilir. Hatta kaybedilen dil yetisi bile- belirli bir yaşa kadar- diğer yarıküre sayesinde yeniden kazanılabilir. Öğrenme sırasında beyinde değişimler olur; yeni sinir bağlantıları oluşur; nöronlar farklı nöronlarla bağlantı kurar; sinaps yüzey alanları büyür. Bu da kültürel ortamın zekanın ve dil yeteneklerinin gelişiminde ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır.

      Ancak tüm insan dillerinde çocuklardaki lisan gelişim aşamaları birbirleriyle neredeyse aynı zamanda gelişir. Bebekler, daha bir yaşlarına gelmeden hemen hemen hepsi kültürlerinden bağımsız olarak aynı tipte sesler çıkartırlar. (Stromwold, 1995) . Elbette çocuklar belirli bir yaşa kadar lisanın belirli kalıplarını öğrenmek zorundadır; yoksa her şey için çok geç olabilir.

    Sayın Hacıkadiroğlu'nun da mektubunda belirttiği gibi bir insan bebeği belirli yaşa kadar ormanda bırakılırsa bir daha hiç bir lisanı öğrenemeyebilir. Hayatının büyük bir bölümünü işitme engeliyle geçirmiş bir yetişkinin, işitme yetisini yeniden kazandıktan sonra konuşmayı öğrenememesi, dil yetisini kazanmaktaki bu kritik döneme oldukça iyi bir örnektir (Curtiss,1989).
    Oysa beyinlerinin -ve vücutlarının- yoğrulabilme yeteneği, Homo Sapiens'i dünyanın her bölgesine uyum sağlayabilecek hale getirmiştir: "Koşullar ne olursa olsun hayatta kalmanın yolunu bul". Örneğin görme engelli bir insanın, körler alfabesini öğrenirken, zamanla kullandığı eğitimli parmaklarının beyinde temsil edildiği alanlar genişler (12).

    Dille ilgili beyindeki alanların, sağ ve sol yarıküre arasındaki farklılığı-asimetrisi- fetus beyinlerinde bile gözlenmektedir. Dil geliştirme yeteneğinin genellikle -tüm toplumlarda- benzer aşamalarla gelişmesi genetik bir kökene işaret etmektedir ve dille ilgili çeşitli bozukluklar aynı ailenin farklı bireylerinde gözlenebilir. Ayrıca tek yumurta ikizleri üzerinde görülen ortak lisan bozuklukları, çift yumurta ikizlerine oranla daha fazladır. (Lewis ve Thompson, 1992)

İki okul iki görüş

      M.I.T'den dilbilimci Noam Chomsky , dil yeteneğini erken atalarımızda aramanın anlamsız olduğunu, maymun kuzenlerimizde ise aramanın iyice saçma olduğunu ileri sürmektedir.

    Buna göre dil, bilişsel bir eşiğin aşılması ile birlikte hızla ve yakın zamanda ortaya çıkmıştır. Chomskyci görüş, dilin kaynağı hakkında doğal seçilime bakmamıza gerek olmadığını söylemektedir (süreksizlik okulu). Diğer görüşe göre ise (süreklilik okulu) dil, insansı maymunlara benzeyen atalarımızdan genetik açıdan en yakın akrabalarımız olan insansı maymunların sürekli zihinsel evriminin bir parçasıdır.

    Ancak iki okulun da elinde farklı kanıtları vardır. Ünlü paleoantropolog Richard Leakey, Homo sapiens'i doğadan ve evrim sürecinden ayırmanın imkansız olduğunu ileri sürmektedir. Nitekim, Charles Darwin'in yakın zamana kadar antropoloji bilimini etkisi altına alan -iki ayaklılık, teknoloji ve büyük beyin- özelliklerinin Homo sapiens'de birbirleriyle uygun biçimde geliştiğini ileri sürdüğü bağlantılı senaryo fikrinin doğru olmadığı araştırmalarla ortaya konmuştur. Bu özellik daha en baştan Homo sapiens'i kültürel bir varlık yapmaktadır. Oysa örneğin arkeolojik kanıtlar ve moleküler veriler iki ayaklılıkla, alet yapımı arasında en az 5 milyon yıl geçtiğini göstermektedir (9).
   


Dil yeteneği ve farklı kuramlar

    Bugün bildiğimiz anlamda dil yeteneğinin ne zaman ortaya çıktığıyla ilgili farklı disiplinlerin birçok farklı kuramı vardır. Dil yeteneğinin alet yapımıyla ilişkili olduğu, beyin büyüklüğüyle dil yeteneğinin doğrudan ilişkili olduğu, dilin sosyal etkileşimle ortaya çıktığı ya da dil yeteneğinin evrim sırasında beyin büyüklüğünü doğrudan etkilediği gibi.

    Örneğin Ralph Holloway, geçmişte yaşamış atalarımızın insan kafatasları üzerindeki incelemelerinde, hem dille hem de alet kullanımıyla bağlantılandırılan beyin bölgelerinin (Broca Kıvrımı) izlerini buldu. Hatta 2 milyon yıl yaşındaki Homo Habilis kafatasının iç yüzeyinde Broca alanının yanı sıra beyindeki asimetrinin izlerini de buldu (10).

Ne konuşma yeteneğinin, kafatasının alt kısmının (bazikranyum) biçimiyle, gırtlak yapısıyla ya da dili kontrol eden sinirlerin geçtiği kanalların büyüklüğüyle olan ilişkilerini gösteren araştırmalardan, ne de arkeolojik kanıtlardan söz edebildim (11).

    Tüm bu araştırmaları yazının kapsamına sığdırmak olası da değildir. Akıl, zeka, kültür, dil yeteneği, biyoloji, genetik, coğrafya gibi kavramlar birbirleriyle öylesine iç içedirler ki; bunları birbirlerinden ayrı olarak değerlendirmek neredeyse imkansızdır.

    Öyleyse insanlaşma sürecini açıklarken ya da insanlaşmanın anlamını ararken neden genetiği ya da fizyolojiyi dışlayalım. Örneğin, yalnızca annelerimizden bize kalıtsal yolla geçen mtDNA örneklerinin tüm dünya nüfuslarında karşılaştırılması sonucu Homo sapiens'in görece yakın bir tarihte(yaklaşık 150.000 yıl önce) Afrika'da evrimleşerek tüm dünyaya göç ettiğinin, moleküler genetik sayesinde ispatlanması ırkçı zihniyete darbe vurmuştur.

    Genetik bilimindeki ilerlemeler sayesinde, John Maddox'un ümit ettiği gibi beyindeki asimetriyi sağlayan genler keşfedilebilir ve bu genin dünya nüfusları üzerindeki çeşitliliğine bakarak insanın dil öğrenebilecek yetkinliğe ne zaman kavuştuğu ortaya çıkarılabilir. Bu bir umuttur. Roger Lewin'in "Modern İnsanın Kökeni" adlı kitabında belirttiği gibi doğal seçilimin böylesine karmaşık bir yeteneği, bireyler arasında etkin bir iletişimi sağlamak için tercih ettiği düşüncesi yeterli olmayabilir. Ancak bu yetenek, Maddox'un deyişiyle tek bir genle açıklanamayacak kadar da karmaşıktır.

    Eğer elimizde, genetik bilimi gibi güçlü bir araç varsa ve bu da bilimsel ölçülerde, dil öğrenme yetimizin tarihçesiyle ilgili bilgi verebilecekse, ondan neden yararlanmayalım. Nitekim genetik araştırmaları -değil bir şempanze- bira mayasıyla bile olan genetik ortaklıklarımızı göstererek, insanı doğadan ayırıp onun efendisi saymaya çalışan bilimdışı, dogmalara gerekli yanıtları vermiştir. Arazi çalışmaları, toplumların davranışları üzerine yapılan araştırmalar, arkeolojik kalıntılar, genetik çalışmalar, dilbilim araştırmaları...: insanın kültürel geçmişini ortaya çıkartma hayalinin gerçeğe dönüşümü sürecinde, birbirlerinden ayrılmaması gereken kılavuzlardır. Bilimin güzelliği ve heyecanı, gerçeğe ulaşmak için farklı perspektiflerden yararlanan bilim insanlarının bu ortaklığında gizlidir.
   
Not: Dil yeteneğinin evrimi konusunda uzman olmadığım halde, çeşitli araştırmalardan yararlanarak hazırladığım bu yazının, geçmişte olduğu gibi CBT okuyucusunu aydınlatan, öğretici bir tartışma ortamı yaratacağına inanıyorum; bundan sonrası uzmanlara kalıyor...
   

KAYNAKLAR:

1, 2,3 ,4, 5, 8- Biological Psychology, s.692, 693, 694, 695, 698 Chp 19: Language and Cognition Mark R. Rosenzweig Arnold L. Leiman S. Marc Breedlove University of California, Berkeley
6- Cennetin Ejderleri (Dragons of Eden) s.130, 131 Carl Sagan'dan, çeviren: Kayhan Şentin, E yayınları Random House Inc.
7- CBT sayı: 566 Beyin Araştırmalarına Türkiye'den Katkı, Psikobiyolojide kilometre taşları
9- İnsanın Kökeni(The Origin of the Humankind), Brockman, Inc. New York/Varlık Yayınları, İstanbul, 1996 Türkçesi: Sinem Gül
10- Modern İnsanın Kökeni, Roger Lewin, Tübitak Yayınları
Dil yeteneğiyle ilgili farklı görüşler, "Modern İnsanın kökeni" ve "İnsanın Kökeni" adlı kitaplarda oldukça detaylı biçimde tartışılıyor ve çok çeşitli araştırmaların sonuçlarına deyiniliyor.
11- CBT 579 "Beyin hayalet organlar kullanıyor." Kaynaklar: Discover 7 /93, Scientific American, Phantom Limbs

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder